MAKALELER
Elli yıldan fazladır düzenli futbol izlerim. Eskişehir taraftarı, Beşiktaş sempatizanıyım ama en büyük keyfi milli veya kulüp takımlarımızın global başarılarında yaşarım. Bu topraklardan dünya markası çıkar mı?kitabının yazarı olarak da, futbolun böyle sevildiği bir ülkede, artan gelire, nüfusa ve gelişen teknolojik imkanlara rağmen futbolumuzun küresel alanda bir adım daha ileri gidemeyişine
Bu ay başında artan transfer haberleri sonrasında spor sayfalarımızda ne tür başlıklar görmeyi arzu ettiğimi kaleme almıştım. Her zamanki gibi safça hayaller içeren bir yazıydı. Merak eden linki tıklayabilir; http://markam.com.tr/blog.html?durum=detay&icr=377 Yazının ana fikri, yirmi yıldır söyleyegeldiğim gibi, spor kulüplerimize çağdaş pazarlama ve marka yönetimi pratiğinin hiç uğramamasının yarattığı vasatlıktı. Makus talihimizi
Gazetelerimizin spor sayfaları, her yıl bu dönemde olduğu gibi transfer haberleriyle dolu. Yöneticilerimiz alım-satım işlerinde ne kadar marifetli olduklarını gösterme çabasında. Ezeli rakibinin önüne geçip popüler transfer adaylarını kendi takımına getiren başkanlar övgüyü topluyor. Aslında yaptığı şey aynı adama rakibinden daha fazla para vermek ama olsun, BÜYÜK BAŞKAN!  Peki kimler
Dün akşam Rus Büyükelçisinin öldürülmesi sonrası ilk görüntülere bakarak güvenlik zaafı olabileceğine dair bir tivit attım. Sonrasında gece boyu tüm yabancı kanallarda ve bizim görece tarafsız kanallarda uzmanlar böyle bir dönemde büyükelçinin bu kadar yalnız bırakılmasının, sonrasında da tek başına odada bekleyen katilin polis tarafından öldürülmesinin “teknik açıdan” hata olduğunu
Türkiye’nin dünyada oyun kuran, yöneten ülkelerden biri olmasını çok isterim. Bunun olabileceğine de inanırım. Neticesinde yüzyıllar boyunca dünyaya hükmetmiş bir neslin torunlarıyız. Ancak bunun hemen ve mevcut ekonomik gücümüzle olmayacağı da açık.  Aksi, kendimizi kandırmaktır. Son yaşanan darbe girişimi sırasında hükümetin, devletin ve silahlı kuvvetlerin iletişim çalışmalarını  takdir ettim. Örneğin Başbakan Binali Yıldırım’ın daha
Aynı başlık altında kaleme aldığım dördüncü yazı bu. Daha önce 2006, 2009 ve 2015 yıllarında derdimi anlatmaya çalışmışım. Merak edenler internette bulabilir. Tabi hala kendimi anlatamıyorum ama aradan zaman geçtikçe yeni vukuatlar yaşıyor, farklı bakış açıları geliştiriyorum. Tecrübe dedikleri bu olsa gerek. Ürün odaklı Türk sanayicisinin iş modeli kabaca şöyledir;
1996 yılında marka danışmanlığı yapmaya karar verdiğimde Amerikan Namelab şirketiyle de temas kurmuştum, acaba Türkiye temsilciliğini alabilir miyim diye. Yazışmalar sırasında “bir isim projesinin maliyeti kabaca nedir?” diye sorduğumda 35 bin dolar cevabı aldım ve süreci durdurdum. Kendime ve yakın çevreme de “bu iş Türkiye’ye ancak yirmi sene sonra gelir”
Ürün odaklı fabrikasever Türk sanayicisinin iş modeli uzun yıllar şöyleydi; Yurt içinde veya dışında gördüğün bir ürünü aynen kopyala, piyasadaki genel kabule uygun bir isim koy ve üret. Her ilde iyi bayiler bul ve pazarlamayı onlara teslim et. Duruma göre reklam çek. Duruma göre fiyat kır. Sonra yeni ürünler çıkar
Dünyanın önemli çay üreticilerinden ve tüketicilerinden biriyiz ama Türk çayının global başarısını geçtim, bir yerde kabul görmüşlüğü dahi yok. Çünkü Türk çayı vasat bir çaydır. Biz içe içe alışmış olsak da işin gerçeği, evrensel bir lezzeti, derinliği yoktur. Evrensel standartlarda sunma gibi bir çaba da yoktur. Tam tersine, durum giderek
Türk futbolunun son elli yıldaki hedef ve stratejileri şu şekilde özetlenebilir; Süper Ligin bir hedefi yok. Ne olabilirdi diye sorarsanız; Örneğin Avrupa’nın üçüncü veya beşinci en değerli ligi olmak, Orta Doğu’nun en çok izlenen ligi, vitrini olmak gibi hedefler konabilirdi. Milli takımın bir hedefi yok. “Elinden gelenin en iyisini yapmak”