Spor Marka -7 09.2009

Oyun Alanı

Geçen ay Spor Marka dizimizi tamamladığımızı ifade etmiştim. Ancak o yazıyı teslim ettiğim 20 Temmuz tarihinde Galatasaray mor formayı lanse etmemiş, lig de başlamamıştı. Forma mevzuunu bu ay dergi de işlediği için, spor ile devam edelim.

Formalar için ben de görüş bildirdim ama arkadaşların beklentisini karşıladığımı zannetmiyorum. Çünkü formaların rengi, tasarımı konusunda fazla bir şey söyleyemedim. Aslında söylemedim çünkü tanıyan tüm reklamcıların şahitlik edeceği üzere, değerlendirdiğim işlerin artistik kısmıyla ilgili yorumlarda fazla ileri gitmem, yaratıcılarla yarışmam. O yüzden, formalarla ilgili altını tekrar çizeceğim konu; spor kulüplerimizin biz pazarlamacılar için belirledikleri oyun alanının genelde “lisanslı ürünler” ile kısıtlandığıdır.

Şöyle ifade edeyim: Türkiye lisanslı ürün konusunda son on yılda önemli adımlar atmıştır. Öncesinde her önüne gelen forma üretip satardı. Bunlara karşı yürütülen yasal mücadele büyük ölçüde sonuç vermiş, doğru iletişim neticesinde taraftarlar lisanslı ürün kullanmaya başlamış olup güzel çeşitlemelere gidilmektedir. Örneğin şampiyonluk günü için çıkarılan özel ürünler. Bu alan çok daha fazla yaratıcı çeşitlemeye açıktır.  Türkiye önemli bir tekstil ülkesi. Yeni şeyler tasarlayıp dünyaya örnek olabiliriz.

Ancak tüm bunlar kulüplerimizi tamamen “pazarlama odaklı” bir hale getirmez ve marka değerini anlamlı ölçüde yükseltmez. Bu sezonun ilk haftalarında dikkatimi çeken husus seyirci sayılarının düşüklüğüydü. Ali Sami Yen ve Şükrü Saracoğlu statlarının en değerli ön  tribünlerinde ciddi boşluklar vardı. Belki mevsimin etkisidir ve bu yazının yayınlandığı günlerde statlar dolar ama şahsen “koltuk pazarlamasında” daha gidilecek çok yol olduğu kanısındayım. Burada en değerli yerlerin “amigo” olarak adlandırabileceğimiz ve aslında bir fayda üretmeyen gruplara değerinin altında verilmesinin önlenmesi, bu amigoluk müessesesi ve taraftar derneklerinin fayda üretir hale gelmesi, yeni satış teknikleri geliştirilmesi, sahalarda atılan sloganlar ve söylenen şarkıların ele alınması ilk akla gelen pazarlama konularıdır. Bir de Anadolu’da para ile futbol aşkının bir araya getirilmesi meselesi. Biz kıytırık belediye maçında iki bin Eskişehirliydik, GS maçında elli Kayserili yoktu. Vestel Manisa sponsorluğundaki sorun da buydu; Kentteki futbol sevgisi/bilgisi yetersizdi.

Öte yandan kulüplerin gerçek bir marka olarak konumlandırılması ve bu yolda tepeden tırnağa bir değişim içine girmesi çok daha zahmetli bir konudur. Bununla ilgili olarak bir konumlandırma tablosu hazırlamış ve gerekli zihinsel dönüşümün gerçekleşmesi için kabaca  on yıla ihtiyacımız olduğunu söylemiştim. O tablo futbol dünyasında tartışıldı ve tahmin ettiğim gibi, pek anlaşılmadı. Uzun vadeli bir hedef koymak için hazırlanan tablo, mevcut durum tespiti zannedilip rakipler hakkında fanatikçe ifadeler sarf edildi.

Herneyse, biz Usain Bolt’a dönelim. Bu adam muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi atlet ama sanırım en iyi pazarlamacılardan da. Olimpiyatta “poz verip rekor kırmasını” markalaşma adına çok başarılı bulmuştum. Geçen ay Berlin’de kendisinin skor değil de hikaye peşinde olduğunu idrak ettim. 100 metrede rekoru ileri götürdü ama yine finişte saate bakarak “dahası var” mesajı verdi. Hani Intel’in işlemci lansmanlarını teknoloji değil de pazar odaklı olarak planlaması gibi. Yoksa adamların elinde teknolojiyi zıplatacak bir sürü buluş var ama aceleye getirmiyorlar, yaydıra yaydıra veriyorlar. Hüseyin Cıvata da aynı şekilde geleceğe yönelik beklentiyi sürdürüyor. Kırabileceği tüm rekorları bir seferde kırıp gündemden düşme sürecini başlatacağına, artık her yeni yarışta “ulan Hüseyin bu sefer dokuz ellinin altına düşecek mi?” sorusunu sorduracağa benziyor. Ben olsam bir sonraki yarışta kötü  bir derece yapıp basında da “alemci oldu” dedikoduları çıkartır, sonra Rocky filmlerindeki gibi bir dönüş hikayesi yazardım.

Dizimizi Türkiye’de futbol dışındaki alanlarda ciddi istihdam potansiyeli olduğu konusundaki inancımızı yineleyerek bitirelim. Ülkemizde genç nüfusta işsizlik %25, tarım dışında %34. Yani kentli üç gençten biri işsiz. Bu arkadaşların bir kısmını sporcu, izleyici ve  sektör çalışanı (hakem, yönetici, görevli) yapabiliriz. Futbolun kapasitesi belli, diğer alanlara bakmak lazım. Belki de bir tane “Futbol dışı sporlarda pazarlama ve istihdam” konulu sempozyum yapmalı. Günseli?

Sempozyum denince aklıma reklam etkinlikleri geldi. Türk reklamcılığının Cannes başarıları gurur verici. Bu tür yarışmalara kilitlenirseniz, bir süre sonra formülü çözer ve başarırsınız. Türk reklamcılığı adına (olması gereken) önemli bir aşamadır. Bravo. Öte yandan Kristal Elma yerinde saymaya devam ediyor. Reklamcılar Derneği artan katılımdan ve jüri şikayetlerini azaltmaktan hoşnut olabilir ama bana göre Kristal Elma markası bir yere gitmiyor. Kredisi, ışıltısı, etkinliği azalan bir etkinlik.

Sevgili Yiğit Şardan. Kısıtlı muhabbetimiz oldu ama hakkında edindiğim izlenim, ufak tefek bir sürü konuyla uğraşmak yerine gerçekten yapmaya değer ve ses getiren az sayıda büyük proje üzerine odaklanmayı tercih ettiğin şeklinde. Bence bu işte “uğraşmaya değer” proje: Kristal Elma’yı (Cannes gibi) Altın Portakal’ın arkasına eklemleyip uluslar arası bir yarışma haline getirmektir. Özellikle de Orta Doğu, Doğu Avrupa vd civar ülke reklam sektörleri için bir yeni cazibe merkezi yapmaktır. Yoksa, “sen-ben-bizimoğlan” devam…

Yorumlar
Bütün Yorumlar.
Yorumlar