Dünyanın bir çok yerini gezdim, iki şehirde çok sıkıldım; Zürih ve Toronto. Birine seksenlerde, diğerine doksanlarda gitmiştim. İlla ki zamanla değişmişlerdir (ancak olumlu yönde mi bilemem). Bunlar çok modern şehirlerdi ama beni sıkan hayatın durağanlığı, heyecansızlığıydı. Ruh yoktu. Bu yüzden İskandinavya’ya da hiç gitmedim mesela. İstemedim.
Sonra, birkaç yıl önce dünyanın en yaşanabilir şehirleri listesinde bu ikisini en başta görünce “yemişim lan sizin kriterlerinizi” dedim. Zaten yıllardır AB kriterlerini, batının akreditasyon sistemlerini, ödüllerini sorgulayıp duruyorum. Bu bilgi de üzerine tüy dikti. Vedat Özdemiroğlu da başlığı verdi sağ olsun.
Şimdi derdimi biraz başa sarıp anlatayım. Evet, batı kabaca dört yüz yıldır dünyanın hakimi. Ancak ondan önce Osmanlı ile doğu, ondan önce yine batı (Roma imparatorluğu) hakim. Abbasiler, İskender, Persler, Hunlar ve giderek Mısır var. Çin var. Güç gidip geliyor. Doğanın kanunu bu. İktidar insanları gevşetiyor, şımartıyor. Ezilenler de hırs yapıyor, çabalıyor ve bir süre sonra dengeler değişiyor. Çünkü kimse diğerinden genetik olarak üstün değil.
İnancım budur ve kendimi karınca kararınca bu davanın neferi olarak görürüm. Gücün tekrar doğuya geçtiğini muhtemelen görmem çünkü bu tür dönüşümler yüz yıllar alıyor. Ama bu yolda birkaç tuğla koyabilirsem bana yeter. İşte o yüzden annemizin liginde kazanılan başarılar, bu topraklarda yaratılan servetler benim ilgimi çekmedi, çekmiyor.
Bu hedefe yönelik iki alanda katkım olabileceğini düşünüyorum. Birincisi bu topraklardan güçlü markalar çıkarmak isteyenlere destek olmak. İkincisi muhtelif ödül, onay, sertfikasyon ve akreditasyon programları geliştirme işine kafa yormak.
Evet, dünya ekonomisi zaten doğudan büyüyor, Çin ekonomisi şu vadede ABD’yi geçecek ama ekonomik büyüklük tek başına yetmiyor. Asya’da nüfus fazla ve o insanlar tüketimi artırdıkça ekonomileri doğal olarak büyüyecek. Ancak dünyanın kritik konularındaki kararı BM güvenlik konseyindeki birkaç ülke veriyorsa, parayı onlar basıyor ve tüm dünya onların bastığı kağıtlardan biriktiriyorsa, olimpiyat vb. sportif olayları onlar paylaştırıyor, standartları onlar belirliyor ve bizler oralardan akreditasyon almak için kapıda sıra bekliyorsak, hangi ülkelere yatırım yapılabileceğini bir zamanlar belirlenmiş kriterlere göre onlar puanlıyorlarsa daha gidecek çok yolumuz var demektir. Ayrıca içerikle desteklenen bir güç kaymasının Müslüman coğrafyada ciddi bir reform rüzgarı estireceğini de düşünüyorum.
Fitch’in notları Türkiye’de çok konuşuldu. Bu notlandırma sistemi teknik açıdan da tartışılabilir ama esas mesele, batının elindeki bu imkanları ekonomik ve siyasi gücünü korumak için kullandığı gerçeği. Adalet var gibi görünüyor ama yok. Neden şimdiye kadar bir Müslüman ülke olimpiyat yapamadı mesela? (Bazı beyaz Türklerin cevabını biliyorum) İyi parlatıyor ve gerekçelendiriyorlar ama Oscar’dan Nobel’e bir çok ödül mekanizmasının, puanlama sisteminin batının hakimiyetini sürdürmesi için kullanıldığının da millet farkında. Şu sıralar İran’a çakan ne kadar aydın, muhalif varsa batıda ödüle boğuluyor. Orhan Pamuk adına da üzgünüm. Bir Türkün bu ödülü alması çok sevindirici ancak kamuoyu da bunu öyle okudu maalesef.
Uzatmayım. Bu bağlamda yıllardır Kristal Elma ile Altın Portakal’ın birleştirilip bölgesel bir etkinlik haline getirilebileceğini yazıp çiziyorum. Zor bir iş ama bir yerden de başlamak lazım. Son dört Reklamcılar Derneği başkanından üçü beni çağırıp görüşlerimi dinledi. En ufak bir olumlu titreşim alamasam da konuşmak bile bir şey. Sağ olsunlar. Antalya Ticaret Odası’na sunum yaptım konuyla ilgili. Bekliyoruz sabırla. Kolay değil bu işler. Cannes Film Festivali 1930’larda başladı, oturması yetmişleri buldu.
Bu yazıda önerimi Adana’yı da katarak geliştirdim. Aklımdan geçen şöyle bir kurgu:
Antalya |
Altın Portakal | Popüler filmler festivali |
Gümüş Kiraz | TV dizileri festivali | |
Kristal Elma | Reklam festivali | |
Adana |
Altın Koza | Alternatif filmler festivali |
Çetin Ceviz | Edebiyat festivali |
Yani Antalya Cannes gibi daha çok popüler kültür ürünleri pazarlaması üzerine gider. Sadece yarışma ve festival değil, aynı zamanda bir satış platformu olarak da tasarlanır. Bu sayede kış sezonunda otellerde hareket sağlanır, mevsimin 12 aya yayılması konusunda bir adım atılmış olur. Adana ise sanat ağırlıklı bir pozisyon alır. Berlin – Venedik arası bir şey olur.
Böylece her yıl yaşanan sanat filmi, piyasa filmi tartışmaları azalır. Her iki il de orta doğu ve kuzey Afrika’ya yakın, Antalya Rusya’nın kapı komşusu. Sabredersek bir vadede işler ummadığımız yerlere gidebilir. Önce sağlam strateji, sonra irade ve en son olarak sabır lazım.
Peki o kadar ülke gezdim, en çok hangi şehirlerde kendimi iyi hissetim? Napoli, Kahire, Tebriz diye gider. Anlaşamadık değil mi? Anlaşana kadar bu yukarıdaki festival işi de olmaz zaten. Ama olacak. Biz de değişeceğiz, Kahire’de mevcut kafa konforumuza uymayan olumsuzluklar da… Doğanın kanunu bu.