Bu yıl %5 büyüyeceği tahmin edilen ülke ekonomisinin itici motoru konut olacak. İnşaat sektörü 2005 yılının ilk altı ayında %19.7 büyüdü ve etraftaki şantiyelere ve de henüz Türkçeleştiremediğimiz “mortgage” beklentilerine bakılırsa sektörün “motorious” durumu bir kaç yıl daha sürecek. Bu da Türk halkının satın alma motivasyonları hakkında bir şeyler bilen hiç kimseyi şaşırtmayacak.
Şöyle ki, insanımız Amerikalılarla birlikte dünyanın en “ev alma meraklısı” milletlerindendir. Eminim ki bunun çok haklı tarihsel gerekçeleri ve sağlam sosyolojik temelleri var. Onu sosyologlar araştırsın. Benim bildiğim, biraz imkan bulan Türk insanı çürük çarık olduğuna pek bakmadan bir eve girer. Ev taksitlerinden artan parayı da ağırlıkla beyaz eşyaya yatırır.
Krizlerin etkisini üzerinden atıp seçimlerde geleceğe güven tazeleyen yurdum insanı kredi kartlarının sağladığı taksit imkanlarıyla önceki iki yılda gecikmiş beyaz eşya, otomobil ve lüks tüketim (ya da insanca yaşama) ihtiyaçlarını kana kana giderdikten sonra bu yıl bir düzeltme yaşadı. Şimdilerde bir yandan kredi kartı borçları temizlenirken öbür taraftan ev hayalleri tekrar canlanıyor. Ertelenmiş talep devreye giriyor, uzun vadeli planlar yapılıyor.
Canlanan inşaat piyasası büyümeyle birlikte hayati bir yapısal dönüşüm yaşıyor. Klasik yapsatçı müteahhitler tarihe karışırken konutta markalaşma/kurumsallaşma dönemi başlıyor. Bu süreç mortgage (“ölümüne taksit” nasıl?) ile daha da hızlanacak. Özellikle İstanbul’da öne çıkan Sinpaş, Ağaoğlu ve Soyak altın dönemlerini yaşayarak arayı açıyorlar. Arsa sahipleri kat karşılığı değil peşin para ya da bitmiş sitelerinden daire veren bu markaları tercih ediyor. Arsayı alıp projeyi hazırlayan “marka” gruplar satışa temel atmadan başlayıp kaba inşaatta kapatıyorlar.
Öncü markalar süreci hızlandırmak, arkadan gelenler de arayı kapatmak için reklama asılıyor. Sonuçta özellikle hafta sonları gazeteler konut markalarının ilanlarıyla dolup taşıyor. Bakir bir alanda yepyeni müşteri adayları ajansların ve medyanın kapılarını aşındırıyor. Ancak bu bekaretin getirdiği işbilmezlik ve nasıl olsa satıyor olmanın verdiği rahatlık neticesinde ortaya çıkan biri teknik diğeri sosyal iki problem dikkatimizi çekiyor.
Teknik problem ilanların ve vaatlerin birbirine benzerliği. Nerdeyse hepsi körün değneğini bellediği gibi yeşillik, doğa, şehirden kaçış gibi kavramların üzerine gidip benzer malzeme kullanıyor. Halbuki bu “kır yaşamı hikayesi” tüketici beklentileri ve ürün gerçekleriyle uyuşmuyor. Ev alanın gerçek motivasyonu tam bilinmiyor, araştırma yapılmıyor ve örneğin kimse eve içeriden bakmıyor. Bunu fazla uzatmayacağım, teknik bir konu.
Esas büyük mesele, kalıcı sosyal hasar bu konutlara verilen isimlerde. Son dönemin gözde konut projelerinin isimlerine bakar mısınız; Mashattan, Uphill Court, Incity, Millenium Park, Greenium, Pelican Hill, (Sinpaş) Central Life… Ağırlıkla İngilizce. Şimdi tüketim ürünü veya restoran markası olsa pek dert etmeyeceğim ama bunlar bizim çocuklarımızın yaşayacağı “mahalleler”. Buralara verilen isimler yüzlerce yıl kalacak, hayatımıza yerleşecek, dilimize girecek, kültürün parçası olacak. Belki Uygur kardeşler otuz yıl sonra “Incity Karakolu” isimli bir oyun yazıp oynayacak.
Bir ülkenin ekonomisini batırırsanız bu düzeltilebilir. Ama çevreyi, doğayı ve kültürü katlettiğinizde bu kalıcı bir zarardır, düzeltilemez. Türk halkı Demirel ve Ecevit’in yetmişlerdeki hatalarını affetti ama Özal’ın doğal takipçisi Dalan’a ilgi göstermediyse bence önemli nedeni dünya mirası boğazın talanıdır. Yeni yerleşim merkezlerine yabancı isimler vermek de kalıcı bir zarardır. Diyelim ki kültürel bir kaygınız yok. Peki bu adların taksi şoförleri tarafından nasıl tellaffuz edileceğini düşündü mü karar verenler?
Yabancı isim verince daha çok tercih edilmiyor emin olun. Benim işim bu, biliyorum. Ülkenin en değerli emlak markaları; Ataköy, Akmerkez, Ataşehir, Alkent, Bilkent diye gider. Reklamcılar olmadan konulan Levent, Emirgan, Suadiye, Çankaya ne güzel isimlerdir. Şu sıra yapılanlar “tembel reklamcı” işleridir. Türkçe kökenli farklı isim türetmek hem zaman hem de yaratıcılık gerektirir. Halbuki İngilizce sözlüğü açıp iki kelimeyi yan yana getirdin mi iş bitti. Yazık!
Forbes dergisindeki ilk yazıda “çözümü devletten bekletmek” markanın ruhuna aykırı olsa da ben reklam camiasının böyle şeyleri kendiliğinden düzeltemeyeceğini bilirim. Şu sıralar Reklam Yaratıcıları Derneği’nin “Dilinizden Utanmayın” kampanyası sürüyor, onu söyleyim yeter. Ey devlet baba; sokak, mahalle ve şirket isimlerinde gösterdiğin hassasiyeti bu tür kentlerde veya mahallelerde niye göstermiyorsun? Bir süre sonra şehrin mahalleleri bunlar olacak.