Konsept ve Doku Nasıl Anlatılır?
Ürün odaklı fabrikasever Anadolu sanayicisinin iş modeli uzun yıllar şöyleydi; Yurt dışında gördüğün bir ürünü aynen kopyala, bir isim bul ve reklam çek. Sonra kimileri ürünü burada geliştirmeye başlayıp adına inovasyon dedi. Ama ürün hep önce geldi. Fikri/konsepti geliştirip sonra ona uygun ürün portföyü oluşturanlar hala istisna. Fakat netice olarak danışmanlar, stratejistler, yaratıcılar ve bilumum entellerin baskısıyla kalburüstü sanayici farklılaşma ve odaklanma konularında bugün bir yerlere geldi. Kamu ise daha geride. Belediyeler, kent ileri gelenleri ve TOKİgiller konsept, konumlandırma, doku gibi soyut kavramları anlamaktan henüz uzak maalesef.
Burada neden zorlandığımızın tarihi nedenlerini İlber Ortaylı şöyle anlatıyor:
Türk inkılâbı teknik eğitime daha eskiden başladığı için olsa gerek, mühendislik konusunda nihaî başarıya ulaşmıştır. Türk inkılâbı tababet konusunda da nihaî başarıya ulaşmıştır. Bugün Türkiye mühendislik ülkelerinden birisidir, çok yakında da tababet, hekimlik ülkelerinden birisi haline gelecektir. Öte yandan Türk inkılâbı içtimaî ilimler ve tarih sahasında kendisini tamamlayamamıştır.” (Avrupa ve Biz)
Selim Tuncer “Beni ne doktorlar mühendisler istedi” başlıklı yazısında tamamlıyor.
Yıllardır memleketi yöneten kalkınmacı partiler, mühendisler ve yönetimde ortaklığı bir türlü bırakmayan askerlerin ellerindeki çözüm araçlarının neler olduğu Türk eğitim sisteminin gelişim süreci ve bu sistemin yetiştirdiği insan kaynağının formasyonundan bellidir. Türk ekonomisinin de neden bu kadar üretim odaklı, fabrikaperest, fuarsever, hacimlere ve büyüklüklere bu kadar takıntılı olduğunun cevabı bence burada gizlidir. “Soft power” yerine “hard power”, zeka yerine kurnazlık, ikna yerine iddia, iletişim yerine propaganda, birey yerine kitle, insan gibi çalışmak yerine ölümüne çalışmak, pazarlama yerine satış, adil ve serbest rekabet yerine münhasırlık anlaşmaları, eş düzeyli ilişki yerine tahakküm, özgünlük yerine taklit, soyut yerine somuta neden bu kadar meraklı olduğumuzu da cevaplıyor bu…(Gennaration )
Cengiz Özdemir güncel Taksim meydanı tartışmaları çerçevesinde kentsel dönüşüm projelerinin arka planındaki tarihsel mirası da aynı şekilde izah ediyor.
Bu durum belediyeciliği AVM, Butik Otel, Meydan- Cadde açma üçgenine sıkıştıran zihniyetin bir yansıması.Tarlabaşı, İstiklal Caddesi ve nihayet Taksim’deki kentsel dönüşüm projelerinin temel açmazı budur. Kimseye danışmadan alınan kararlar gelecek kuşakların sosyal hayatını, yaşam tarzını etkiliyor, yönlendiriyor. Paris’in asfaltlı meydanlarına hayran olan zihniyet o meydanları oluşturan mimari dokuyu, o dokuyu oluşturan yaşam kültürünü görmezden geliyor. Yoksulları kovalayıp AVM tapınakları dizerek şehri dizayn ederseniz 50 yıllık periyotlar halinde kompartımanlaşmış, birbirine yabancılaşmış nesiller yetiştirirsiniz. Ziya Gökalp’in deyimiyle “kaideci fakat an’anesiz bir toplum” oluruz.
Bugün hala tartışılan bir kararla Sultanahmet meydanındaki tarihi Türk mahallesini kaldırarak bugünkü meydanı açmış olan Cemil Topuzlu “Avrupa görmüş” bir Osmanlı münevveri olarak, oralarda gezip dolaştığı meydanları ve bulvarları çok beğenmiş, “neden bizde meydan yok” diyerek, medeniyeti meydan ve bulvar açmak olarak algılamıştır. Tıpkı Süleyman Demirel’in Colorado nehri üzerindeki Boulder barajını 3 gün boyunca hayranlıkla seyredip, ülkeye döndüğünde ilk iş dağı taşı barajla doldurması gibi.
Burada benim gördüğüm kritik mesele özgüven patlaması. Yıllardır birinci kuşak sanayicideki aşırı özgüvenin dünya markaları çıkarmada yarattığı engeli yaşıyor ve anlatıyorum. Aynı özgüvenin bugün kentleri dönüştüren siyasi kadrolarda göründüğünü üzülerek söylüyor Profesör Uğur Tanyeli:
Bana kalırsa kenti tarihsel planda düşünmenin argümanı bu olmalı: Yıktığımız her şeyin yerine daha iyisini yapacağımıza emin miyiz? Cevap hayır olmalı. Gelin görün ki kamu otoritesini temsil eden hiç kimsenin kendi yapacağının daha iyi olacağından en ufak kuşkusu yok. Bu nasıl bir özgüvendir anlamakta zorlanıyorum. (Rüya, İnşa, İtiraz kitap söyleşisi)
Eylül 2009’da bu dergide doku konusunu uzaydan gelerek anlatmaya çalışmıştım:
Mekan olarak algıladığımız şey aslında bir “doku”. Kainatın sonsuz bir boşluk değil de her santimetrekübünün dolu ve sürekli büyüyen bir doku olduğunu, içindeki kütlelerin bu dokuyu gerdiğini, uzayı eğdiğini ve kütle çekim gücünün de bu yokuş aşağı gitme vaziyeti olduğunu, yani evrenin yamuk ve iki nokta arasındaki en kısa yolun bir doğru olmadığını bize Einstein anlatmaya çalıştı. Kimi anladı, kimi anlamadı, çoğunluk dert etmedi. (Marketing Türkiye)
Tarihin bu döneminde Türkiye’de dokuyu, konsepti anlatmanın çok güç olduğu aşikar ama gelecek kuşaklara olan sorumluluğumuz gereği ısrarla ve sabırla bu çabayı sürdürmemiz lazım. Çünkü işin muhatapları henüz soyutlama becerisinden uzaklar ve işin kötüsü, bunun farkında değiller.