Dürüst Olalım; Şöhreti Severiz
Borges’in “Moments” şiiri internet öncesi dönemin sirkülasyon şampiyonu metinlerden biridir herhalde. Bendeki kopya en az beşinci kez fakslanmış izlenimi veren silik bir dokümandı. Bir kaç yıl ajandamda taşıdım. Sonra büyüdüm ve üzerimdeki etkisi azaldı.
Borges, bahsi geçen manzumede “şimdiki aklım olsaydı daha fazla gezer-tozar, kafayı bir şeye takmaz, laylaylom bir hayat yaşardım ama ne yazık ki artık seksen yaşındayım ve ölüme iyice yaklaştığımı biliyorum” mealinde laflar edip kendince bize ders veriyor. İyi de Luizciim, sen bize önerdiğin gibi takılsaydın Borges olmazdın ki; Buenes Aires kitaplığında memur olarak kalırdın. Bu da muhtemelen onurlu ve tatmin edici bir hayat olurdu ama sana 18 yaşındayken, rahat bir memuriyet mi yoksa dünya şairi olmak mı diye sorsalardı, ne cevap vereceğini tahmin etmekte zorlanmam. O yüzden kimse bana hikaye anlatmasın; şöhreti severiz. Bedeline katlanmayı da göze alırız. Parayı ve öncelikle hayatımızı sağlama almayı isteriz ama dünyada bir iz bırakma isteği en temel insani motivasyonların başındadır. Hayatın en temel gerçeği ölüm, en önemli arayışı da “ölümsüzlük”tür. O yüzden öbür dünyada huzuru ve/veya bu dünyada “tırnak içinde” ölümsüzlüğü getirecek şeylerin peşinde koşmak, yani ünlü olmak, eser üretemek, iz bırakmak tüm insanların gizli ya da açık önem verdiği bir şeydir. Ve bu, bence hiç de ayıp değildir.
İz bırakamamak da başarısızlık sayılmaz çünkü hayatta “kısmet” çok önemlidir. Ayrıca kategorik sınırlar vardır. Atletizmde o kategorinin ilk üç kişisinin, popüler müzikte belki ilk onun, hadi edebiyatta da ilk yüzün adı nesiller sonrasına kalır. Diğerleri unutulur gider ve bu unutulma durumu giderek daha adaletsiz hale gelmektedir. Çünkü bir yandan dünya kalabalıklaşmakta, öbür yandan bu motivasyonla çaba gösteren insanlar arasındaki fiziksel farklar azalmaktadır. O yüzden bu alemde çok sayıda yetenekli insana da “yazık” olur.
Örneğin seksenlerde ülkede müzikle uğraşanların çoğunu tanırdık ve uluslararası standartlarda fazla grup olmadığını da bilirdik. Şimdi ise kıyıda köşede çok sıkı gruplara rastlıyoruz, medyada adları geçmiyor. Edebiyatta, sinema dünyasında durum adil mi? Harry Potter’e yakın kalitede kaç öykü fikri editörlerin çöp kutusuna gitmiştir? Edebiyat dünyasında yayınlanmamış eserlerin yazarları arasında kimbilir ne cevherler vardı?
Daha da vahimi, kapitalizmin giderek “kazananın herşeyi aldığı” bir noktaya gitmesiyle, kazanılan para dağılımının aşırı dengesizleşmesi. Bir numaralı yazar belki yüz milyon dolar kazanırken onunkine yakın ve belki de daha iyi şeyler yazma potansiyeli olan bir başka yazar sefil bir hayat sürebiliyor. Edebiyatta, sporda, müzikte, politikada, profesyonel yöneticilikte bir numara ile on numara arasındaki yetenek farkı %5 olsa da gelir farkı bin katına çıkabiliyor. Yapacak bir şey yok, insanlığın tercihi böyle. Herkesin eşit olduğu bir dünya fikri (sosyalizm deneyimi) kabul görmedi çünkü herkes piramitin tepesinde olabileceği inancını/imkanını korumak istiyor.
Hal böyleyken, eşek gibi çalışıp çabalayıp şöhreti yakaladıktan sonra genç nesillere “boşverin, hayatın tadını çıkarın” türü öğütler vermek bana samimi gelmiyor. Ama maalesef bir yere gelmiş kişilerin çoğunda da böyle bir “sallamıyormuş” hali var. Mesela şan şöhret işlerini hiç önemsemiyor gibi görünen Bob Dylan’ın belgeselinde adamın gençlik yıllarında bir yerlere gelmek için gösterdiği çabaya inanamadım. Yine geçenlerde Osman Yağmurdereli’nin arkasından yazan bir arkadaşı “kanserden sonra nasıl yaşaması gerektiğini öğrenmişti, son dönemde hiç bir şeyi dert etmeden yaşadı/yaşattık ama kadere engel olamadık” dedi. Her ölüm acıdır ve hiç kimse de kariyer yoluna erken ölmek için çıkmaz ama rahmetli Yağmurdereli “müzik öğretmenliğinden emekli stressiz bir hayatı” mı tercih ederdi acaba?
Lütfen dürüst olalım. Kimse “ben işimi yaptım, başarı/şöhret de yan cebime girdi” filan demesin. Şöhret olduktan sonra durumdan sıkılmak başka bir şey, hayatın en başında hiç bir iz bırakmadan dünyadan göçmeyi planlamak başka bir şey. İstiyor ve bedelini ödüyoruz.
Bizim öğrencilik yıllarımızda ebeveynler “çalışmadan geçen zeki çocuk” hikayeleri yazmaya bayılırdı. Neyse ki mevcut sınav sisteminde artık bu mümkün değil. Hayatımda hiç inek veya işkolik olmadım ama hep çok çalıştım ve bunu hiç saklamadım. Bugün kariyer olarak geldiğim pozisyonu, 1984 yılı Ağustos ayında hayata dair verdiğim kritik kararda hedeflemiştim. Marka olmasa başka bir dalga arayacaktım. Buradan bir başka noktaya gidersem bilin ki o da 1984’de hedeflenmişti. Gidemezsek sağlık olsun. Bir silahlı çatışmada iki kurşunla yaralanma, bir ağır trafik kazası ve bir kanser vakasından salimen çıkıp Eczacıbaşı’nda işe başlamış olmam da işin “kısmet” boyutu. Şükürler olsun.
İnsanlar böbürlenen kişilerden hoşlanmazlar. Eğer bir yere gelmiş olduğunuzu düşünüyorsanız, bunu siz değil başkaları söylesin. Ama siz oraya gelmek için neler yaptığınızı inkar etmeyin. O da sevimsiz. Ve bir nevi böbürlenme. İlk günden itibaren samimi olun. İnsanlar salak değil. Gençlere de kendi tutmayacağınız öğütler vermeyin.