Doku ve Konsept Nasıl Anlatılır?

Ürün odaklı fabrika sever Türk sanayicisinin iş modeli şöyledir; Yurt içinde veya dışında gördüğün bir ürünü aynen kopyala, piyasadaki genel kabule uygun bir isim koy ve üret. Her ilde iyi bayiler bul ve pazarlamayı onlara teslim et. Duruma göre reklam çek. Duruma göre fiyat kır. Sonra yeni ürünler çıkar. Sonra? Yine yeni ürünler çıkar… Aynen futbol takımı yöneticilerimizin  “transfer” dışında bir oyun alanı olmaması gibi. Ürün ürün ürün, transfer, transfer, transfer… Pardon, bir de hakemler.

Tabi zamanla gelişme de gösterdik. Kimi sanayiciler ürünü burada geliştirmeye başlayıp adına inovasyon dedi. Hiç yoktan iyidir. Yurt dışına açıldık ama orada da kuralı bayiler koydu, biz kanalı yönetemedik. Markasız, yatırımsız fasoncu zihniyetle ihracatı artırdık. Ona da sevindik ancak ortalık biraz karışınca o da tıkandı. Danışmanlar, stratejistler ve yaratıcıların baskısıyla kalburüstü sanayici farklılaşma ve odaklanma konularında bugün bir yerlere gelse de fikri/konsepti geliştirip sonra ona uygun ürün portföyü oluşturanlar hala istisna. Kamu ise çok daha geride. Belediyeler, kent ileri gelenleri ve TOKİgiller konsept, doku gibi soyut kavramları anlamaktan henüz uzak. Kentlerin haline baksanıza.

Doku ve konsept gibi soyut konuları anlatmada neden zorlandığımızın tarihi nedenlerini İlber Ortaylı şöyle anlatmış:

Türk inkılâbı teknik eğitime daha eskiden başladığı için olsa gerek, mühendislik konusunda nihaî başarıya ulaşmıştır. Türk inkılâbı tababet konusunda da nihaî başarıya ulaşmıştır. Bugün Türkiye mühendislik ülkelerinden birisidir, çok yakında da tababet, hekimlik ülkelerinden birisi haline gelecektir. Öte yandan Türk inkılâbı içtimaî ilimler ve tarih sahasında kendisini tamamlayamamıştır.” (Avrupa ve Biz-2007)

Selim Tuncer “Beni ne doktorlar mühendisler istedi” başlıklı yazısında tamamlamış;

Yıllardır memleketi yöneten kalkınmacı partiler, mühendisler ve yönetimde ortaklığı bir türlü bırakmayan askerlerin ellerindeki çözüm araçlarının neler olduğu Türk eğitim sisteminin  gelişim süreci ve bu sistemin yetiştirdiği insan kaynağının formasyonundan bellidir. Türk ekonomisinin de neden bu kadar üretim odaklı, fabrikaperest, fuarsever, hacimlere ve büyüklüklere bu kadar takıntılı olduğunun cevabı bence burada gizlidir. “Soft power” yerine “hard power”, zeka yerine kurnazlık, ikna yerine iddia, iletişim yerine propaganda, birey yerine kitle, insan gibi çalışmak yerine ölümüne çalışmak, pazarlama yerine satış, adil ve serbest rekabet yerine münhasırlık anlaşmaları, eş düzeyli ilişki yerine tahakküm, özgünlük yerine taklit, soyut yerine somuta neden bu kadar meraklı olduğumuzu da cevaplıyor bu…(Gennaration-2008)

 

Meraklısı için anlatayım, kavram bazlı düşünce şudur:

Önce insanı ve ihtiyaçlarını anlarsın. Sonra onları karşılamanın alternatif yollarını düşünürsün. Muhtemelen farklı ürünler üretir, bunları denersin. Tutarsa henüz kimsenin olmadığı bir alanda at koşturur, para kazanırsın. Bu iş giderek sosyal bir boyut kazanır ve çevrende, ülkende istihdam, katma değer yaratmaya başlarsın. Batının fasoncusu olarak kazandığın %5 yerine çok daha fazla kazanırsın, eğer uygun iklim varsa çalışana daha fazla öder, araştırma ve geliştirme faaliyetlerine daha fazla para ayırırsın. Ülke böyle gelişir.

Örnek? Starbucks Türkiye’ye girdi ve arkasından her yer kahveci bilmemnesi doldu. Peki aynı şeyi neden çay için yapamıyoruz? Adam kahveyi 8 liraya satarken biz çayı 80 kuruşa satıyoruz? Çünkü bizim yatırımcı gördüğüne inanır, hayal etmez. Bu konuda Çayla gibi birkaç sıra dışı girişim var ama bize has nedenlerle büyüyemiyor. Laz müteahhit kafasıyla iş bir yerde kalıyor. Size bir iddiada bulunayım; Eğer BİM’in başında eli maşalı Alman Dieter Brandes olmasaydı bizimkiler bir senede konseptin suyunu çıkarırdı “bu iş bu memlekette böyle olmuyor” diye. Adam konsepte bağlı kaldı, direndi ve iş tuttu.

 

Cengiz Özdemir kentsel dönüşüm projelerinin arka planındaki tarihsel mirası da aynı şekilde izah ediyor;

Bu durum belediyeciliği AVM, Butik Otel, Meydan- Cadde açma üçgenine sıkıştıran zihniyetin bir yansıması.Tarlabaşı, İstiklal Caddesi ve nihayet Taksim’deki kentsel dönüşüm projelerinin temel açmazı budur. Kimseye danışmadan alınan kararlar gelecek kuşakların sosyal hayatını, yaşam tarzını etkiliyor, yönlendiriyor. Paris’in asfaltlı meydanlarına hayran olan zihniyet o meydanları oluşturan mimari dokuyu, o dokuyu oluşturan yaşam kültürünü görmezden geliyor. Yoksulları kovalayıp AVM tapınakları dizerek şehri dizayn ederseniz 50 yıllık periyotlar halinde kompartımanlaşmış, birbirine yabancılaşmış nesiller yetiştirirsiniz. Ziya Gökalp’in deyimiyle “kaideci fakat an’anesiz bir toplum” oluruz.

Burada benim gördüğüm kritik mesele özgüven patlaması. Yıllardır birinci kuşak sanayicideki aşırı özgüvenin dünya markaları çıkarmada yarattığı engeli yaşıyor ve anlatıyorum. Çünkü işi sıfırdan buralara getiren bu saygıdeğer ağabeylerimiz deyim yerindeyse “her şeyi biliyor”. Aynı özgüvenin bugün kentleri dönüştüren siyasi kadrolarda göründüğünü üzülerek söylüyor Profesör Uğur Tanyeli:

Bana kalırsa kenti tarihsel planda düşünmenin argümanı bu olmalı: Yıktığımız her şeyin yerine daha iyisini yapacağımıza emin miyiz? Cevap hayır olmalı. Gelin görün ki kamu otoritesini temsil eden hiç kimsenin kendi yapacağının daha iyi olacağından en ufak kuşkusu yok. Bu nasıl bir özgüvendir anlamakta zorlanıyorum. (Rüya, İnşa, İtiraz kitap söyleşisi)

Tarihin bu döneminde Türkiye’de dokuyu, konsepti anlatmanın çok güç olduğu aşikar ama gelecek kuşaklara olan sorumluluğumuz gereği ısrarla ve sabırla bu çabayı sürdürmemiz lazım. Çünkü işin muhatapları henüz soyutlama becerisinden uzaklar ve işin kötüsü, bunun farkında değiller.

 

 

Yorumlar
Bütün Yorumlar.
Yorumlar