Koşsak Barcelona’da oynayacaktık.

Şu sıralar eski yazıların güncelleşmiş tekrarlarına ağırlık verdim çünkü memlekette bazı şeyler bir türlü değişmiyor ve bu ortamda dijitalden, nörodan, mobilden bahsetmek bana garip geliyor. Koşmaya niyeti olmayan insanlara son teknoloji ayakkabıları versen ne olacak?

Hatırlamayanlar için başlıktaki tezimi şöyle özetlemek isterim;

Cihan imparatorluğu Osmanlı, petrol başta olmak üzere malum nedenlerle küresel güçler tarafından parçalandı. Sonrasında da dönemin ulus devlet modasına uygun olarak bir “Türklük” tanımı geliştirildi ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu süreçte çok başarılı devrimler yaptık ve yeniden doğduk ama arada hatalar da oldu doğal olarak. Harf devrimi olağanüstüydü ama Türkçe ezan hataydı mesela. Türk milleti yaratma sürecinde Kürt kimliğinin tanımı veya Rumların, Ermenilerin “adres değiştirmesi” gibi konular da hala sorun yaratmaya devam ediyor. Sadece siyasette değil, ekonomide de.

Mesela bugün çok güzel bir eski bina görsek ya Rum ya da Ermeni evi çıkıyor. Sonradan yaptığımız çirkin binaların ortak kodu da laz müteahhit işi. Yakın tarihin böyle de bir kamburu var. Memleketin dünyaya açık, yaratıcı ve ticareti bilen azınlıklarını tehcir ve mübadele ile göndermemizin dünya markaları çıkaramamada payı büyük. Bugün hala köy kökenli Anadolu sanayicisine strateji, plan  anlatamıyoruz ama şahsen Musevi, Emeni veya Balkan göçmeni müşterilerimle çok iyi anlaşıyorum.

Bütün bu savaşlar, tehcir ve mübadeleler sonrasında Türkiye Cumhuriyeti az sayıda memur ve milletin efendisi (asli unsuru) köylü ile yola devam etmiş. Doğal olarak bu dönemde cumhuriyet elitleri önemli imtiyazlara sahip olmuş. Ülkede İstanbul ve Ankara dışındaki ilk üniversite 1955 yılında İzmir’de kurulmuş ve bu kıtlık döneminde üniversite bitiren mutlu azınlık bir şekilde yırtmış. Şimdiki  üniversite enflasyonunun sebebi de, bu gerçekle büyümüş yeni kentlilerin çocuklarını okutmak için her türlü fedakarlığı yapması. Halbuki artık bunun ekonomisi yok, ayrı konu.

İki binlerde siyaseten çok sömürülen ayrışmanın temeli de o dönemde atılıyor. Sonradan “Beyaz Türk” olarak anılacak kesimin dedeleri olan Cumhuriyetin ayrıcalıklı elitleri, fazla koşmadan rahat bir hayat yaşıyor. Lojmanlarda, lokallerde, orduevlerinde… Dünya çapında eser üreten sanatçısı, dünya markası çıkarmak isteyen sanayicisi, dünya çapında bilim insanı da sporcusu da çıkmıyor pek. Herkes annemizin liginde oynuyor. İtirazı olan Romanya’nın çıkardığı global yazarlara, yönetmenlere ya da sporculara bir göz atsın.

Tabi fazladan birkaç kitap okuyup kendini üstün gören bu elit kesimin köylü ile ilişkisi de sınıf farkı  temelinde kuruluyor. Yetmişlerin neredeyse bütün Yeşilçam filmlerinde bu köyden kente göçe bağlı aşağılanma temalarını görürüz. Bunları hepimiz biliyoruz da benim tezim şudur; Eğer o dönemde Beyaz Türkler dünya çapında başarılar gösterse, Türkiye’yi bilim sanat alanında uçurup Kore gibi dev markalar çıkarsa, olimpiyat madalyaları toplasa toplumun alt kesimlerinde bu kadar tepki birikmezdi ama öyle olmadı. Bizim mahalle hem küresel yarışa dahil olmadı, hem de bunun faturasını “cahil” millete kesti.

Şu “aşağılama” meselesi de kritik. Ben bembeyaz bir Türküm. Annem Turhal Şeker fabrikasının kaloriferli, bahçeli lojmanında büyümüş. Babam ellilerde İstanbul’da üniversite okumuş. Eskişehir’in elit muhitleri ve ODTÜ’de yetiştim, reklam-pazarlama dünyasında çalışıyorum. Köklerim beyaz ama zamanında biraz komünist zehir almışlığım var. Dolayısıyla bu “itici” tezimi çevremle tartışıp dururum. Arkadaşlarımın istisnasız tamamı halkı aşağılamadığını söyler ama aynı konuşmanın devamında mutlaka bir şekilde eğitimsiz millet vurgusu yapılır. Kendileri farkında değil ancak millet bunu hissediyor. İnsanları aşağılamak için illa küfür etmen gerekmiyor, bazen bir bakışın yetiyor.

Bu dönemin askeri darbelerle daha da tatsızlaşan anılarını ve mağduriyeti arkasına alarak iktidar olan AK Parti, ilk dönemde bizim mahalle ile daha fazla işbirliği içindeydi çünkü kendi tabanında o kadarı da yoktu. Örneğin Kürşat Tüzmen bugün devletin yaptığı en iyi işlerden Turquality projesinin temelini attı. Ertuğrul Günay Türkiye’nin global iletişimi için ilk adımları atmış, ülkenin tüm reklamcıları heyecanla kolları sıvamıştı.

Sonra ne oldu? Bütün bu işler iktidar yakınları tarafından bir şekilde paylaşılmaya başlandı. Benim çevremdeki reklam ve pazarlamacıların neredeyse hiç biri bugün kamu için iş yapmıyor. Hiçbir kentimiz veya kurumumuz için stratejik bir marka çalışması görmedim. Tüm ipler, yeterli donanımı olmayan kişilerin elinde. Küçük bir örnek vereyim; Bugün Türkiye’nin yurt dışındaki algısını ölçen düzenli bir araştırma yapılmıyor. Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin yurt dışında algı ölçümü ve medya takibi için harcadığı para Coca Cola markasının harcadığının dörtte birinden fazla ise yemin ediyorum bu kağıdı herkesin önünde yiyeceğim.

Özetle, alternatif çıkaramadığımız için üç dönem üst üste seçim zaferi kazanan iktidar sahiplerini de “haa demek bu iş bu kadar kolaymış” noktasına getirdik. Muhalefet çıkmamasının sebebi malum; Babalarımız yeterince koşmamış, biz de koşmuyoruz. Peki iktidar sahiplerinin bundan çıkardığı sonuç ne? Madem öyle, o zaman biz de koşmayalım, annemizin liginde oynayalım. Geçmişin hatalarını tekrar ediyorlar özetle. Bugün yapılan çoğu icraatin arka planındaki düşünce yapısı askeri yönetimlerdekinden farksız. As, kes, biç…

Hal böyle olunca, ülke günlük-taktik seviyede yönetilmeye devam ediyor. Analiz yapan, stratejik düşünen yok. Sürekli bir üst akıl vurgusu yapılıyor ama neden bizim bir üst akıl oluşturamadığımız konuşulmuyor. Ülkenin ürettiği akıl televizyon ekranlarında tartışıp duran bir grup gazeteciden oluşuyor. Darbe girişimini enişteden öğrenmek marifetmiş gibi dünya basınına sunuluyor. Filan.

İş dünyasında da yurt dışında markalaşmak için anlamlı para harcayan iki marka var; THY ve Beko.  Bunlar dışında en fazla on şirket güzel işler yapıyor. Gerisi hikaye. Çünkü hepsi içeride hükümete yaklaşıp enerji, gayrimenkul yatırımlarıyla mutlu bir hayat yaşıyor. Kimse koşmuyor. STK’lar da o şekilde. TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD hiçbir topa girmiyor. Heyetler, seyahatler, plaketler… O kadar.

Peki millet ne yapıyor, çocuklarını olimpiyat madalyası için teşvik mi ediyor? Hayır. Durum ortada. Onların da derdi çocuğum okusun, kamuda veya bir şirkette iş bulsun, iyi kötü bir ev sahibi olsun… Koşmadan hayatını garantiye alsın. Yazık.

 

Yorumlar
Bütün Yorumlar.
Yorumlar